Gülgün Kutlu


Duvardaki, pembeden de soluk dikdörtgen kağıdı "ağlayan" - "gülen" bir mask ikiye bölüyordu. Oysa afişlerde "renk çekiciliği" aranırdı. Mesela Paris operasının "Acı sarı", Burg tiyatrosunun "Tatlı kırmızı" idi. Bilenler, afişlerin renklerini bu şekilde anlatırdı. Soluk pembe afişi, punto hesabına sığmayan bir (İP) kelimesi ortalıyordu. Ayrıca simetrik ölçülerle dağıtılmış kelimeler, afişin pembesini bir bulvar ressamının "Çıplak" ında olduğu gibi siyah siyah puanlanmış idi. Afişin önünde saçlarını örgü ile ikiye ayırmış genç bir kız durdu... Bakışlarını siyah satırlara dikti. Her geçen dakika puntoları küçültüyor, koca afişi satır satır küçülen kelimeler, noktalar, virgüllerle dolduruyordu...Örgülü genç kız 70x100 cm. boyundaki bir dikdörtgenin içinde 20 yılın hikayesini okuyor gibiydi. Dalmıştı :
"İp", 11 harflik adını, konservatuvar dışında da duyuran ilk oyunuydu..."Gülgün Kutlu" adı, Eugene O'Neill'in bu önemsiz oyunundaki "Mary" rolü ile ilk defa "distribüsyon"a geçmişti... Sevmişti oyununu... Sonra, Eugene O'Neill'in "20 yaş huzursuzluğu"nu benimsemişti. Aynı ezikliği yıllardır duyuyordu... O da 20 yaşındaydı... Kimi günler canından bezdiren "Börek sancıları"na, benliğini saran "inanmama, şüphelenme" duyguları ekleniyordu... 20 yılın özeti, güzel bir "hatıralar dizisi" olabilirdi...Sivas'taki "savaş korkusu dolu" yılları, Anadolu hisarındaki çocukluk günlerini, Çamlıca lisesindeki "müsamere" saatlerini, bu dikdörtgen afişe sığdırmak öylesine zordu ki...
Ama İstanbul konservatuvarına girişini, bir-iki cümle ile anlatabilirdi... Bir gün ablası Sabahat ile Beyoğlu'nda alışverişe çıkmıştı. Camlı vitrinlerin bittiği yerde, kağıt afişler başlamıştı. Renkler, çizgiler, şekiller değişerek Tepebaşı'na doğru uzanıyordu... İlk adımlarda "büyük ses yıldızı" alaturkacıların afişleri asılmıştı. Sonra "Sehhar" dansözlerin ki geliyordu... Birden renkler koyuluğunu, şekiller geometrisini kaybetti... Tiyatro afişleri başlamıştı. Bir afişin altındaki küçük bir kağıt parçası ilgisini çekmişti... Konservatuvarda bir tiyatro kursu açılıyordu. Ablasıyla göz göze geldi... Gülümsedi... "Anneme danışalım" dedi... Gülgün'ün düşüncelerini ablası satır satır okurdu. Sonra, ondaki tiyatro sevgisini çok iyi bilirdi. Krepon kağıtlarından az müsamere elbisesi dikmemişti... Evdeki girişi ablası yaptı : "Gülgün tiyatro kurslarına devam etmek istiyor..." dedi... Gülgün, onun bu cümlesini pekiştirdi : "Tiyatroyu öylesine seviyorum ki...!"
Anneleri Rahşan hanımın ise, "Olur" kelimesi bu konuşmayı tatlıya bağlayan bir nokta oldu. Gülgün Kutlu'ya imtihanda şu soruyu sordular : "Bir köprünün üstündesiniz... Kucağınızda çocuğunuz var... Onu suya düşürüyorsunuz. Ne yaparsınız ?" Sahi, ne yapardı ?
Düşündü... Heyecanlandı... Telaşlandı ve şaşırdı... Soruya bir cevap arıyordu... Ama cevabı hareketleriyle, heyecanıyla, telaşıyla vermişti bile... Tam (10) numara aldı... Devlet konservatuvarına girmek en büyük dileğiydi. Ancak Gülgün'ün bir dediğini iki etmeyen Rahşan hanım ilk defa bir isteğe "Evet" dememişti... Gülgün''ü yalnız bırakmaktan korkuyordu... "Hayır"da diyemiyordu...Gülgün'ün gözünden damlayan dört damla yaş, Rahşan hanımın ağzından, belki de dünyanın en mutlu kelimesi, dört harflik "evet"i düşürüverdi... Gülgün Kutlu, devlet konservatuvarına girdi. İlk oyunu "İp"ti... Hani, şu bakarak geçmiş günlerini beş-on satır ile özetlediği, pembemsi afişte yazan "İp"... (Fotoğraf : Erol Dernek 1962)