SABIK MISIR KRALI GENE AYNI HOVARDA FARUK...


SABIK MISIR KRALI GENE AYNI HOVARDA FARUK...
Romalıların "Şişko" lakabını taktıkları eski hükümdar yiyor, içiyor ve bol bol sefa sürüyor... Üstte;
Faruk tahtından, tacından olduktan sonra Mısır'dan kaçıramadığı hazineleri Kahire'de haraç-mezat satılmıştı. 

Sabık Mısır kralı Faruk'un ikinci eşi Neriman, kocasının sefahat hayatına daha fazla dayanamamış ve iktidardan düşmesinden sonra ondan boşanmıştı.

Bir Fransız gazetesi geçenlerde Roma'da eski Mısır kralı Faruk'a rastladı. Sabık hükümdarın durumu hiç iyi değildi. Gazeteci bir zamanların şöhretini şöyle anlatmaktadır :
- İyice göbek salmıştı. Bütün yüzü ter içindeydi. Tepesinde seyrelmiş olan saçları karmakarışıktı. Gözlerinde kara bir gözlük vardı. Elbisesinin kumaşı kaliteliydi ama çok giyilmiş olduğu belli oluyordu. Üstelik bu şişman vücuda dayanamayan ceketin birçok yerleri sarkmıştı. İçki yüzünden perişan bir hale düşmüş küçük bir insana benziyordu...
İşte bu adam, eski Mısır kralı Faruk'un ta kendisiydi. Hani bir zamanlar Mısır halkının ayaklarına kapandığı tembel kral Faruk...
Roma'nın merkez garında ikinci sınıf bekleme salonunun büfesinde geç kalmış bir yolcu içki üstüne içki yuvarlıyor, bir yandan da müşteri gözleyen kadınları süzüyordu.
Pek temiz olmadığı her halinden belli olan bir mendille durmadan yüzünün terlerini silen şişman adamda verilen selamlara mukabele ediyor, ayrı ayrı herkesin hatırını soruyordu.
- Nasılsın Maria ? Sen nasılsın Elena ? İşler yolunda mı ? Al şu parayı. Çocuğuna ilaç alırsın.
Parayı alan kadınlar teşekkür edip uzaklaşıyorlar ve biraz ötede arkadaşlarının yanına sokularak "Farucone"nin cömertliğini ballandıra ballandıra anlatıyorlardı...
Farucone, İtalyancada "Şişko Faruk" demektir. Bütün Roma ona bu lakabı takmış. Ben ise muhakkak onunla konuşmak istediğim için kendisine saygılı bir şekilde "Majeste" diye hitap ettim.
Majeste kelimesi doğrusu biraz sahte kaçıyordu. Fakat bu hitap hoşuna gitmiş ve beni yanına çağırmıştı. Konuşmaya başladık. Sorduğum bir soruya şu cevabı verdi :
- Günümü nasıl mı geçiriyorum ? Hep aynı şekilde... Öğlen uyanıyorum. Okkalı bir kahvaltı ediyorum ve banyo yapıyorum. Gazeteleri banyoda okurum. Transistorlu radyomu dinlerim. Çok zaman beceriksiz bir hareketle radyo suyun içine düşer. Sonra televizyonun karşısına geçip bir süre dinlenirim. Saat 17.00'de misafir kabul ederim. Tabii beni şimdi kimin ziyaret ettiğini tahmin edersiniz. Bütün gelenler para istiyor ve taleplerde bulunuyorlar. Bende onlara bol bol öğütler veriyorum. Saat 18.00'de bir uyku çekiyorum. Çünkü para ve öğüt dağıtmakta çok yorucu bir şey. Nihayet hafif bir yemeği müteakip şoförüm beni şehre götürüyor. Yaşamaya işte o zaman başlıyorum.
DAHA İFLAS ETMEDİ...
Kendisine rastladığım zaman saat sabahın üçü idi. Çok neşeli görünüyordu. Herkese gülümsüyor, herkesle konuşuyor ve şakalaşıyordu...
- Özür dilerim, dedi, ama artık çıkıp alışveriş yapmam lazım.
Bende onunla beraber çıktım. Biraz ötede pazarcılar mallarını ortaya çıkarmaya başlamışlardı. Faruk bana doğru yaklaşıp alçak bir sesle :
- En çok salatayı severim, dedi. Salataları kendim seçerim. Ama o kadar pahalı ki... Şimdi çok sade yaşamak zorundayım, çünkü meteliksiz kaldım.
Ama "Majeste" işi büyütüyordu. Bankada daha milyonlarca lirası bulunduğunu biliyordum. "Meteliksizim" demekle bal gibi yalan söylüyordu.
Ne kadar yese, parasını har vurup harman savursa, gene de akçelerinin bitip tükeneceği yoktu...